
9 Temmuz 2010 Cuma
8 Temmuz 2010 Perşembe
Kitapta kadının ikincilleştirilmesi bağlamında özellikle din ve ataerkil geleneklere yer verildi. Bir geleneğin anaerkil dönemde farklı algılanırken ataerkil dönemle birlikte nasıl bir değişim geçirip olumsuzlanarak kadının aleyhinde işlediğinin izlerini sürülmeye çalışıldı. Yine kadının ikincilleştirilmesi bağlamında dilin önemine değinilerek bir dilin kadının elini kolunu nasıl bağlayıp onu kuşatabileceği örnekleriyle anlatıldı. Bütün bu din, gelenekler ve dil karmaşası içinde kadının kamusal alana çıkamayıp özel alanla sınırlandırılışı iktidara sahip olma bağlamında ele alındı. Sonuç bölümünde ise kadının statüsünün yükseltilip erkeklerle aynı eşit koşullardan yararlanabilmesi için din ve geleneklerin gözden geçirilerek kadının ikincilleştirilmesini önleyen yeni gelenekler yaratılması gerekliliğine değinildi.
Anaerkil dönem, kadının bu dönemdeki başatlığı, tarımın kadınlar tarafından keşfi gibi konulara yer verildikten sonra mitolojide anaerkilliğin izleri aranarak bu izler Ana Tanrıça inancı çerçevesinde ele alınmıştır. Bu bölümde Tanrı inancının iktidarda bulunan cinse göre şekillendiği ve özelliklerinin az çok değişiklikler gösterdiği, yine iktidarda bulunan cinsin Tanrının da cinsiyetini belirlediği gösterilmiştir. İktidarda olan cinse göre ilk yaratıcının cinsiyeti de değişir. Bu bağlamda kadının iktidarda olduğu anaerkil dönemde Tanrının cinsiyeti dişildir. Tıpkı günümüzde eril Tanrı inancının bütün olumlu varlıkları eril cinsiyetlendirmesi gibi Ana Tanrıça da bütün varlıklara kendi cinsiyetini vermiştir. Gök, yıldızlar, ay, güneş, su, toprak, yılan gibi birçok varlık dişil düşünülmüştür. Bu varlıklar Ana Tanrıça’nın gücünün simgeleridir. Kimisi, sonsuzluğu, kimisi verimi kimisi bilgeliği gösterir.
Kitapta özellikle din ve geleneklerin kadının ikincilleştirilmesindeki etkileri tartışıldığı için bu bölümde Ana Tanrıça inancına ve bunun kadının başatlığıyla başa baş gidişine yer verilmiştir. Anaerkil dönemde “ilk yaratıcı”, kadının başatlığına dayalı olarak ve kadının bereket gücünden, doğurganlığından etkilenilerek dişil düşünülmüştür. Bu dönemi yansıtan bütün mitlerde bu değişmezdir. Eril Tanrı fikri ise birçok mite ataerkilleşmeyle birlikte sonradan yerleşmiştir. Ana Tanrıça inancıyla ve tabi kadınla bağlantılı olarak öne çıkan değerler de bu bölümde ele alınmıştır. Bu bağlamda yılan ve Toprak Ana inancının özel bir yeri vardır. Yılan, Ana Tanrıça’nın bilge yanını simgeler, Toprak Ana ise onun bereket yanını temsil eder. Toprak Ana inancıyla bağlantılı olarak dişil bitki ruhunu da anmak gerekir; çünkü dişil bitki ruhu Tanrıçanın bereket yanının bir başka belirimidir. Ancak ataerkilleşmeyle birlikte Ana Tanrıça’nın cinsiyetiyle anılan bu varlıklar ya erilleşmiş ya da olumsuzlanmıştır. Örneğin bitki ruhuyla ilintili olarak diriliş mitleri doğmuştur ki İnanna-Dumuzzi, Kibele-Attis, İsis-Osiris, Afrodit-Adonis gibi diriliş mitlerinde bitki ruhunu eril olan Dumuzzi, Attis, Osiris, Adonis gibi Tanrılar temsil eder olmuştur. Yılan olumsuzlanmış, lanetlenmiş ya da ona penisi temsil etme görevi verilmiştir. Genellikle ataerkil Tanrılar ya da ataerkil kahramanlar Ana Tanrıçayı temsil eden yılanlarla savaşmaya başlamıştır. Toprak Ana da olumsuzlanmış ve bir tohum toprak metaforu çerçevesinde onun sadece tohumun ekildiği bir barınma yeri olmanın ötesinde bir işlevi olmadığı vurgulanmıştır. Yine toprağın, yerin gücü elinden alınarak göğe verilmiş ve toprak hiçleştirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu olumsuzlamalar anaerkilliğin üzerinde zafer kazanan ataerkillikle paralel olmuştur. Ataerkil anlayış kadını ve onunla birlikte anılan her şeyi hiçleştirmiş ve kadına ait bütün değerleri onun elinden almıştır. Kadının yaratıcı gücüne erkeğin el koymasıyla birlikte yaratıcı kavramı da değişerek erilleşmiş ve Tanrıçaların yerini Tanrılar almaya başlamıştır. Kadın artık verimli, doğurup besleyen değildir. O sadece erkeğin kadının içine ektiği tohumu geçici bir süre barındırandır. Bu bölümün sonunda anaerkil, anayerli veya anasoylu topluluklara örnekler verilmiştir.
Bir diğer bölümde ataerkilleşmenin koşullarının nasıl gerçekleştiği anlatılmış ve özel mülkiyet, savaşçılık değerlerinin yükselmesi, ilk kent devletlerinin kurulmasıyla ataerkilliğin kurumsallaştırılması ve dinin kadının ikincilleştirilmesindeki etkin rolü gibi konular ele alınmıştır. Sümer, Babil, Asur ve Hititler gibi ilk kent devletlerinde kadının konumuna kısaca değinilmiştir. Yine aynı çerçevede Mısır, Eski Yunan ve Roma’da kadının konumu ele alınmıştır. Bu toplumlardaki anaerkil ve ataerkil inançlara değinilmiştir.
Din bölümünde Tanrı kavramına yer verilerek ilkel dönemden günümüze kadar nasıl bir evrim geçirdiği anlatılmış, diğer Tanrı ve Tanrıçalarla tek Tanrılı dinlerdeki Tanrı kavramı arasındaki benzerlikler ortaya konmaya çalışılmıştır. Din çerçevesinde ataerkil dualizmin getirdiği yer-gök, sağ-sol, iyi- kötü, ışık-karanlık, ak-kara gibi ikiliklerde ele alınmış ve bu ikiliklerin anaerkilik ve ataerkillikle bağlantılarına yer verilmiştir.
Dinin bir meşrulaştırma aracı olarak nasıl kullanıldığından söz edilmiş ve bu bağlamda cinsiyetler hiyerarşisini kurmasına ve özellikle ataerkil dinin erkeği üstün, kadını aşağı kurgulamasına yer verilmiştir. Dinin kanon, değiştirilemez olması çerçevesinde kadın üzerinde kurduğu baskı ele alınmış ve bu baskıyı meşrulaştırma nedenleri incelenmiştir. Dinin kanon olması çok önemlidir çünkü Tanrı’nın doğru ya da yanlış olarak konumlandırdığı hiçbir şey üzerinde tartışma yapılamaz. Bu ise dinin koyduğu kuralların bütün toplum tarafından daha kolay içselleştirilmesini sağlar. Bu bağlamda kadının aşağı konumlandırılması da içselleştirilerek Tanrı kelamı sayılır ve ataerkil anlayışın uydurduğu bir kurgu, doğalmış gibi hiç sorgulanmadan kabul edilir. Ataerkil gelenek kadını cezalandırır. Yaratıcının cinsiyeti iktidardaki cinse göre belirlenir ve ataerkil toplumun eril Tanrısı iktidardaki cinsi yücelttiği gibi iktidardan pay almayan, alamayan cinsi de dışlar, aşağılar ve bunun da ötesinde cezalandırır. Ataerkil erkeğin zihnindeki Tanrı imajı böyle olmasını istemiş ve günümüze kadar gelen Tanrı imajı da erkeği kutsayan ve kadını onun çok çok altında konumlandıran bir Tanrı olmuştur. Dinin getirdiği ataerkil gelenekler kadının tanıklıktan, mirastan dışlanmasına, erkeğin kölesi olmasına neden olur. Kadının bedeni din tarafından kuşatılmış, erkeğin emrine verilmiş ve bu din tarafından meşrulaştırılmıştır.
Özellikle Tevrat, İncil ve Kuran gibi kaynaklardan yararlanılarak tek Tanrılı üç büyük din ele alınmış ve bu dinlerdeki kutsal Tanrı inanışının kökleri araştırılmış, anaerkil dönem ve Ana Tanrıça inancından bu dinlere aktarılan öğeler ele alınmıştır. Tevrat, İncil ya da Kuran’daki Tanrı’nın özelliklerinin Anaerkil dindeki Ana Tanrıça ile neredeyse birebir örtüştüğü, ancak ataerkil Tanrının, Tanrı Baba’nın kadınları koruyan ve onları iktidarda tutan Ana Tanrıça’yı dışladığı, inananlarını cezalandırdığı ve kadının bilme gücünü elinden almak için onu baskı altında tutup eve hapsettiği gösterilmeye çalışılmıştır. Yine ataerkil erkeğe soyu belli çocuklar yetiştirebilmek için kadının cinselliğinin yok edilmeye çalışıldığı, konulan sınırların dışına çıkan kadınların ise büyük yaptırımlara maruz kaldığı belirtilmiştir.
Erkek, kadının bereket gücünden o kadar korkmuştur ki ataerkil dinle birlikte onun yaratıcılığını elinden aldığı gibi yaratılış dizgesinde de onu kendinden sonraki bir yere yerleştirmiş hatta Tevrat’a göre kendi kaburga kemiğinden yaratıldığını düşlemlemiştir. Birçok yaratılış mitinde de erkek kadının önceli olarak ele alınmış ve kadın bütün kötülüklerin nedeni olarak kurgulanmıştır. En büyük günahı ise bereketinin bir parçası olan adet kanıdır. Adet kanı kötücül, pis bir sıvı olarak ele alınmıştır. Ataerkil anlayışın kadına ve onunla anılan değerlere yüklediği kötücüllük birçok inanca geçmiştir. Bir dualizm çerçevesinde Tanrı-Şeytan, iyi-kötü, ışık-karanlık, gök-yer, ak-kara, gibi ikiliklerde kadın hep olumsuzlanan tarafla birlikte anılmıştır. O Tanrıya karşı çıkan şeytandır. Zaten şeytan Tanrıçanın ataerkilleşmiş değişiminden başka bir şey değildir. Ataerkil erkek onu olumsuzlayabilmek için şeytan yapmıştır.
Bir sonraki bölümde eski Türkler’de kadının durumu yine din ve gelenekler çerçevesinde incelenerek anaerkil Türkler ve Ana Tanrıça’nın izleri sürülmüştür. Eski Türkler’de kadın konusuna da değinilerek yine aynı mantık dizgesi içerisinde anaerkil dönemde kadının başatlığı ve ataerkil dönemde ikincilleştirilmesi vurgulanmış ve dinin ve geleneklerin bu durum üzerindeki etkisine değinilmiştir. Öncelikle sosyologların anaerkillik ataerkillik tartışmalarına yer verilmiş, bu bağlamda anaerkil (Politik Örgütlenme Ve Devlet Yönetiminde kadının önemi, tek eşlilik, kaç göçün olmaması, toyonizm-şamanizm eşitliği) ve ataerkil gelenekler (bekaret, kız kaçırma, kalın, çok eşlilik, levirat, boşanma, veraset) anlatılmış ve daha sonra Türk destanlarında anaerkillik ve ataerkilliğin izlerinin sürülmesine çalışılmıştır.
Şamanist Türkler çok Tanrılı bir inanç dizgesine sahiptir. Her ne kadar bazı araştırmacılar eski Türkler’in en eski dininin Gök Tanrı inancı olduğunu ve bunun da Tek Tanrı inancına karşılık geldiğini söylese de bu doğru değildir. Çünkü bir çok destanda Türkler’in çok Tanrı inancına işaret eden ifadeler vardır. Bu inanç sistemi içerisinde Tanrıçalar da kendine yer bulur. Hatta denilebilir ki birçok toplumda olduğu gibi Türk toplumunda da önce anaerkil bir dönem yaşandığı için ilk yaratıcının cinsiyetini statüsü yüksek olan cins belirlediğine göre Tanrılardan önce Tanrıçalar vardır. Nitekim bu fikri destekler nitelikte birçok ipucu mevcuttur. Türkler’de en önemli Ana Tanrıça’nın Umay Ana olduğu söylenebilir. Ak Ene ise ilk yaratıcı olarak karşımıza çıkar ve yaratılış mitlerindeki bir çok motife bu mitte de rastlanır. Ayısıt, Al Karısı, Ana Maygıl gibi Tanrıçalar ise diğer önemli Tanrıçalardır. Erlik ise bir Tanrıça değil Tanrı olmasına karşın bu Tanrıçaların en önemlilerinden biri sayılabilir. Çünkü eskiden bir Tanrıça olan Erlik, ataerkil anlayışla birlikte Tanrıça ve Tanrı (kadın-erkek; anaerkillik-ataerkillik) arasındaki savaşta yok edilmek istenmiş ancak güçlü bir motif olduğu için silinememiş bunun yerine olumsuzlanarak ona Yer altının Tanrılığı verilmiştir. Erlik yeraltının kötü baş Tanrısıdır. Al Karısı da güçlü bir motiftir ve olumsuzlanma yoluna gidilerek mitolojide dişi bir kötü ruh olarak yer almıştır.
Şamanist Türkler’de en önemli dişil unsurlardan biri ise “yer-su” kültleridir. Su, ağaç, oba, ocak, dağ gibi öğeleri kapsayan yer su kültleri Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Atalar Kültüyle birlikte her ne kadar dağ ve ocak kültü erilleştirilmişse de yine de diğer kültler dişil önemini korumuştur. Hatta ocak kültündeki en önemli unsur ateşten ataerkilleşme sonunda bile dişil söz edilmiş ve ateşe “od ana” denmeye devam edilmiştir. Ataerkilleşmeyle birlikte kadının başatlığı da yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamış, kadının baskı altına alınması, İslam’ın kabulüyle doruğuna ulaşmıştır. Dede Korkut Hikayeleri’nde kadının ev içi alana çekilişinin izlerini görmek mümkündür. Yusuf Has Hacip’te ise artık kadın ev içinde hapsolmuştur.
Bir başka bölümde cinsiyetler hiyerarşisi kurmada dilin gücüne değinilerek, cinsiyetli yapısı olsun ya da olmasın hemen bütün dillerin içinde kadını ikincilleştiren öğeler barındırdığı; dilin yapısının iktidarda bulunan cinse göre belirlendiği, kontrolünün iktidardaki cinsin elinde olduğu ve dili onların biçimlendirdiği anlatılmıştır. Ataerkil bir dille çevrilen kadının belirlenen sınırın dışına çıkmasının mümkün olmadığı, ataerkil dilin ona verdiği olanakların ya da sınırlılıkların dışına çıkamayacağı ve bununla bağlantılı olarak kadınların kültür yaratmada ellerinin kollarının dille bağlandığı belirtilmiştir.
Ataerkil dil kadını erkeğin aşağısında konumlandırır ve bunun içselleştirilmesine hizmet eder. Dilsiz bir düşünce olmayacağına göre düşüncelerin geliştirilmesi de dille orantılı olarak sınırlıdır. Her gün aynı dilin hegemonyasında kalan insan onun ötesine geçemez. Dilin kurguladığı biçimde konuşur ve düşünür. Bu bağlamda bizim dilimizde de erkek üstün olan kadınsa aşağı olan olarak kurgulanır ve bu sürekli atasözleri, deyimler, edebiyat, kitle iletişim araçları ve günlük konuşmalarla yinelenir. Yeni bir dil geleneği yaratmak gerekir ki dişil unsurlar da öne çıkabilsin ve kadın ikincil olarak kurgulanmaktan kurtulabilsin.
Bu bölümde dilin kadını sınırlandırması ve erkeğin aşağısında konumlandırması bağlamında günlük yaşamımızda hiç farketmeden kullandığımız birçok deyim masaya yatırılmış, yine aynı çerçevede atasözleri ele alınmış, edebiyatın kadın imgeleri yaratmadaki rolüne değinilerek edebiyatın kadını edilgen, erkeğe bağımlı kurgulamasının eleştirisi yapılmış, yine aynı bağlamda çizgi romanlar ve masallardaki üstü örtülü cinsiyet ayrımcılığına değinilmiştir. Edebiyatla ilintili olarak çağını etkilemiş birçok ünlü erkek düşünürün kadınla ilgili aforizmalarına da yer verilmiştir. Yine aynı bölümle ilişkili olarak kitle iletişim araçları ve sinemadaki gizli eril dile de yer verilerek filmlerden örneklerle kadının ikincilleştirilmesinde bunların rolü tartışılmıştır. Gazeteler, dergiler ve reklamlar da aynı gözlük takılarak incelenmiştir. Ayrıca günlük yaşamımızda çok büyük bir yer tutması nedeniyle şarkı sözleri ve türkülere de kısaca değinilmiştir.
Sonraki bölümde ataerkil ve anaerkil geleneklerin günümüze yansımalarına geniş bir pencereden yaklaşılarak dünyadan ve Türkiye’den örneklerle bu gelenekler anlatılmıştır. Türkiye’de ataerkil geleneğin politik etkileri tartışılarak günümüzde kadının konumuna da kısaca değinilmiş ve ataerkil geleneklerin şiddetini bütün yoğunluğuyla hala hissettirdiği anlatılmıştır. Akraba evlilikleri, erkek üstün değerler nedeniyle erkek çocuğuna verilen değer, töre cinayetleri, başlık, berdel, kumalık, dini nikahla evlilik, şiddet(psikolojik, fiziksel, cinsel taciz ve tecavüz boyutlarıyla) gibi olgular ele alınarak kent ve kırsal ayrımına gidilmiş, öncelikle kırsal alanda kadının karşılaştığı sorunlar tartışılmış daha sonra ise kentli kadınların sorunları ele alınmış ve kadınların, eğitim, ekonomi, politika gibi alanlardaki varlık sorununa yer verilmiş, kızların eğitim olanaklarından yararlanamamalarının geleneksel nedenleri, kadının eğitim hakkının elinden alınışı ve bunun dinamikleri ele alınmıştır.
Kadının istihdam edilmede erkeğin çok gerisinde kalması, ekonominin seyrine göre kadının istihdam edilebilirliğindeki değişim, eğitimde karşılaştığı sorunlar, para getirecek bir mal gözüyle bakılması nedeniyle kız çocuklarının okula gönderilmemesi, tarlada çalıştırılması ve daha küçücük yaşta “satılması” ele alınmıştır. Yine kadının bir mülk olarak algılanmasının bir sonucu maruz kaldığı şiddete değinilerek töre cinayetleri ve bunun dinamikleri tartışılmış, şiddetin bir parçası olarak tecavüz ve ensest gibi olgulara ve kadının bunu bir utanç kaynağı görmesinden dolayı şikayette bulunmaması nedeniyle sağlıklı tutulamayan istatistiklere değinilmiştir. Burada önemle durulan bir konu ise şikayet mercilerinin bile kadını suçlar nitelikte düşünmeleridir ki bazı araştırmalar bunu gösterir niteliktedir. Kendine inanmayan bir şikayet merciine kadının başvurmasının olanaksızlığı da tartışılan konulardan biridir.
Sonuç bölümünde ise ataerkil geleneklerin ve dinin etkilerinin kırılabilmesi için yeni dişil gelenekler yaratmanın önemine değinilerek çözüm önerileri getirilmiştir. Çünkü her ne kadar eşitliğe ilişkin yasalar çıkarılsa, çalışmalar yapılsa da ataerkil din ve geleneklerin etkisi kırılmadıkça bu eşitlik fikri içselleştirilemeyecek ve yasalar gereği gibi uygulanamayacak, sözden ibaret kalacaktır. Yeni bir dil, din, tarih ve ekonomi geleneği yaratmanın önemine değinilmiş, bunu başarmanın ilk yolunun ise kadınların eğitime, ekonomiye ve politikaya daha fazla katılmaları olduğu anlatılmıştır.
Aşağıda, bölümlere göre kitaptan bazı paragraflar rastgele seçilerek aktarılmıştır. Paragraflar rastgele seçildiği için birbirinden bağımsızdır.
KADININ KAMUSALDAN UZAKLAŞTIRILMASI: EVİMİN KRALİÇESİ MASALI
“Herkes kendi evini yönetir, kendi karısını, çocuğunu,” düşüncesinden yola çıkan ataerkil anlayış, kadınlara yönetim işinin erkeklere özgü olduğunu, erkeğin aynı zamanda kadını da temsil ettiğini, kadınlarınsa evlerinde oturarak çocuklarına bakması ve kocasını desteklemesi gerektiğini empoze etmiştir. Kadın bakımı karşılığında kocasına hizmet eder. “Aileyi geçindiren erkek”tir, düşüncesi o kadar derinlere aşılanmıştır ki, kadınlar işsiz olan erkeklerin de varlığını göz önünde bulundurarak iş arama gibi bir girişimde bile bulunmaz ve önceliği erkeklere verir. Yasayı, tarihi, edebiyatı ancak erkekler bildiği ve kadınlar da ancak erkeklerin dolayımıyla, onlardan öğrenerek bunlara ulaştığı için kadın kendini evine ve aileyi (çocuğu ve kadını) yöneten erkeğe verir, zaten kamusalda kocası onu da temsil ettiği için kamusala çıkma gereksinimi duymaz. Bu bağlamda Frestone, kadınların enerjilerini erkekleri desteklemede kullandıklarını ve kamusal alanın dışında kaldıklarını, erkeklerinse bütün enerjilerini işlerine vererek kamusal alanın içinde kalarak kültürü yarattıklarını ifade eder. Kamusal alan bir anlamda erkeğin eski dönemlerden kalma savaşçı fetihçi özelliğini temsil eder. Belki erkek savaş alanında zaferi kaptırmamak için kadının reşitliğini yadsıyıp evinde kapatılmasını tercih eder. Zaten “Erkek savaş için eğitilmeli, kadınsa savaşçıyı dinlendirmek için: gerisi deliliktir.” gibi söylemler de aynı anlayışın uzantısı olarak düşün yaşamımıza girmiştir.
KADININ ALTIN ÇAĞI
Eski toplumlarda büyü, rüya yorumu gibi etkinlikler kadının işidir. Nitekim Gılgamış’da buna bir kez daha tanık oluruz. Gılgamış iki rüya görür ve gelip annesine sorar. Annesi de bu rüyayı yorumlar ve rüyanın yorumu doğru çıkar. Hititler’de de dinsel etkinlik alanı genellikle kadınlara aittir. “Tanrı Analığı” önemlidir. Tapınaklarda dansçılar, sihir ve büyü yapanlar, törenleri yönetenler, rüyaya yatanlar hep kadındır. Türk destanlarında da en iyi rüya yorumunu kadınlar yapar. Yunan mitolojisine göre Troyalı kral Priamos’un kızı Kassandra bir kahindir. Ona bu özelliği Apollon vermiştir. Apollon onunla yatmak isteyince Kassandra kabul etmemiş bunun üzerine Apollon onun ağzına tükürmüştür. Böylece Kassandra her ne kadar geleceği görse de kimse ona inanmayacaktır. Nitekim Troya’nın yakılıp yıkılacağını önceden görmüş ama ona inanmamışlardır. Burada bilicilik gücünü ona bir Tanrının vermesi ve inandırıcılığını yok etmesi düşündürücüdür. Çünkü burada Tanrıçanın bilgeliğini, biliciliğini bir yadsıma söz konusudur. Eski bilicilerin Siyblle’lar olduğu düşünülürse bu gönderme dikkat çekicidir. Ancak daha sonra Tanrıçaların kadınlara verdiği rüya görme yeteneğini artık kadınlara Tanrılar vermekle kalmamış Tevrat ve Kur’an’da gördüğümüz gibi rüya yorumlama işi de erkeklere geçmiştir. Nitekim Firavun’un rüyalarını Yusuf yorumlar.
YAHUDİLİK
Her ne kadar yaratıcının erkek olarak değiştirilmesi olgusu Yahudilik’ le gelmemiş olsa da Yahudilik’ in bunu perçinlediği yadsınamaz bir gerçektir. Bütün dünyada bu anlayışın egemen olmasına zemin hazırlamıştır. Kadının baskı altına alınmasının kesin nüveleri onunla birlikte alınmaya başlanmıştır. Çünkü ondan sonra gelecek iki din de Yahudilik’ ten etkilenecektir. Hatta kadın açısından onun devamı niteliğinde olacaklardır.
Yine soyun devamıyla ilgili bir kural da erkeğin üreme sağlığının yerinde olmasıdır. Tannahill, günümüzde İsrail’de üreme organları hasar görmüş erkeklerin Yahudi olarak doğmuş kadınlarla evlenmelerinin yasak olduğunu söyler.
Yahudiler, sabah dualarında “Beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun!” derler. Platon’da Tanrı’ya, önce kendisini köle değil de özgür bir insan yarattığı için, sonra da kadın değil erkek yarattığı için şükreder.
HIRİSTİYANLIK
Eva Figes “Ataerkil Tutumlar” adlı eserinde 1968’de İngiltere başpiskoposunun bir düşüncesini yazar: “Kilise kapılarını kadınlara ardına dek açarsa, kiliseyi erkekler için çekici kılan her şeyin sonu gelmiş olur.” Figes, ayakta ölüyor olsa bile kilisenin erkek ayrıcalığına sımsıkı sarılacağını, çünkü kilisenin başlıca “raison détre (varlık sebebi)sinin bu olduğunu savunur. Bir radyo programında, Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışının bir kadının papaz olarak kilisede bulunmasından etkilenip etkilenmeyeceği sorulduğunda İngiliz piskopos, “evet” yanıtını vermiştir ve eklemiştir: “Benim içgüdüsel davranışım ise onu kollarıma almak olur.” Ona göre bir kadının papaz olamayışının nedeni, cemaatle arasında doğabilecek cinsel yakınlaşmadır.
Hıristiyanlık İsa döneminde getirildiği iddia edilen hoşgörülü (?) yapısını Pavlus zamanında kaybederek kadınları dışlamıştır. Saint Pavlus kadının erkekten daha aşağı olduğu kavramına geri dönmüş ve İsa’nın getirdiği söylenen eşitlik kadının aleyhine bozulmuştur.
İSLAM
Allah’tan önceki Tanrılara baktığımızda aynı özellikleri onlarda da görürüz ki bunların çoğu Tanrıçanın da özellikleridir: Taoizm’e göre evrendeki düzen ilkesine “tao” denir. Tıpkı Allah gibi, “İlk benim ve son benim, benden başka Allah yoktur.” der Yehova. Tanrı Brahman da ilkin ve sonun kendisi olduğunu, her şeyin o olduğunu söyler. “Başlangıçta yalnız Brahman vardı: Tanrıları o yarattı. Gerçekte ölümsüz olan Brahman her yerde, önde, arkada, sağda solda, yerde gökte vardır, hazırdır. Yerin, göğün, havakürenin, sonra ruhun ve tüm duyuların benliğinde dokunmuş olduğu kimse, odur. Köpüklerle dalgalar, denizin tüm görünüşleriyle tüm manzaraları nasıl denizden ayrı değilse, evrenle Brahman arasında da hiçbir fark yoktur. Gerçekte, her şey Brahmandır.” “Ben tüm nesnelerin anası, babasıyım; doğuran ve koruyan kimseyim, tüm bilgeliğin sonu… Ben başlangıçla sonum… Yağmuru veren ve isterse vermeyen benim. Yaşam ve ölmezlik ben olduğum gibi ölüm de benim… Ben her şeyin tanrısıyım; güçlünün gücü, güzel nesnelerin güzelliği, zeki insanların zekasıyım; bilen kişilerin zihinlerindeki bilgi, tanrısal gizemin egemen olduğu sessizlik de yine benim.” Brahman bir anlamda mana olarak nitelendirilebilir. Tıpkı Brahman ve benzer özellikleri taşıyan Tanrılar gibi Yehova ve Allah da her şeyde ve her yerde varolan bir tür mana olarak düşünülebilir. Nitekim Hançerlioğlu da “… İlkellerin mana inancı kişilik dışı bir tanrı tasarımı olması bakımından Müslümanlığın tanrısına benzer…” der.
Somut olarak Tanrıçaya açılan savaş dışında, Kuran’da ataerkil dualizmin egemenliğine de tanık oluruz: Dişillikle anılan –yer, karanlık, gece, sol- olgular yerilirken erillikle anılanlar –gök, aydınlık, gündüz, sağ- kutsanır. Gök iyidir, yer ise kötü. Bu nedenle inananlar göğe yükselecek inanmayanlarsa yerin dibine girecektir: “Eğer dileseydik onu bu (ayetler) le yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı…” Kuran Allah’ın bir nur(ışık) udur. O’nun ışığı önemlidir. “Allah göklerin ve yerin nurudur…” Allah’a inanmak karanlıklardan nura çıkmak olarak yorumlanır. Karanlık başka Tanrılara tapınmayı , aydınlıksa Allah’a inanmayı ifade eder: Dolayısıyla karanlıklarla nur bir olmaz. “Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise şeytandır. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır…” Tanrı-iyilik ve ışık (nur) bu ayette de birlikte yer alır. Şeytan (Tanrıça-kadın) ise yine her zamanki ataerkil kalıp içinde kötülük ve karanlıkla anılır. İslam Tanrı tarafından gönderilen bir ışık olarak sunulur. Karanlığın karşısında bir ışık:“…Size apaçık bir nur göndermişizdir.” Ahiret de cennete gidecek olanların yüzü bembeyaz (nurlu), cehenneme gidecek olanların yüzü kapkara olacaktır.
Kuran’da insan, erkeklere özgü olduğu düşünülen sıfatlarla anılır. “….Nihayet o yiğitlik çağına erdiği…zaman…” ya da sadece erkekler için kullanılagelen “adam” sözcüğüyle seslenir insanlara: “…ne az inanır (adamlar) sınız siz!” “…ne az düşünür (adamlar)sınız!” Bazen doğrudan erkeğe hitap edilir:“Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl…” Cennet halkına bir çok vaatte bulunur ki bu vaatlerin bazılarından cennet halkının sadece erkeklerden ibaret olduğu sonucu çıkarılabilir: Cennet halkına “memeleri tomurcuklanmış bir yaşıt kızlar” vereceğini söyler. Cennet halkından (erkekler) en aşağı derecede olanların bile kendi karısı dışında hurilerden yetmiş iki karısı vardır. Cennette kendine daha önce cin ya da insanların dokunmadığı, yalnızca kocalarına hizmet eden sadece kocalarıyla ilgilenen kadınlar, huriler vardır. Bunlar güzel huylu ve güzel yüzlüdür. “Kimsenin dokunmadığı huriler” tanımlaması, erkek Tanrının yine erkek inananına çalıştığını ve kadını mülkiyet gibi gören anlayışın, vaat edilen cennette bile devam ettiğini dillendirir gibidir.
ESKİ TÜRKLER’DE KADININ ÖYKÜSÜ
Ataerkil dualizmdeki akın iyi ve aydınlıkla, karanın kötü ve karanlıkla bütünleşmesi Türk Şamanizmi’nde de vardır. İyi-kötü ayrımı şamanda da belirgindir ve şamanın kişiliğine de yansır. Şamanların bir kısmı iyi, ak olarak adlandırılırken bir kısmı kötü, kara olarak anılır. Yakutlar’ daki “ayı oyun” (iyi şaman) ve “abası oyun” kötü (şeytani şaman) , Altay Türklerinde “ak kam” ve “kara kam” olmuştur. Kırgız-Kazak baksılarında ise ak kam-kara kam ayrımı yoktur. Ak kamlar iyidirler ve gökteki iyi ruhlara ve tabi ki Ülgen’ e ayin yaparlar. Kara kamlar ise yeraltı Tanrısı Erlik ve kötü ruhlara ayin yaparlar. Kadınlar temiz olmadıkları için sadece kara kam olabilirler. Kadın şamanlar Ülgen’ e ayin yapamazlar. Bu ayinlere katılmaları da yasaktır. Murdar sayıldıklarından sadece Erlik ve yer-su ruhlarına ayin yapabilirler. Yakutlar ilk şamanın bir kara kam olduğuna inanır.
Umay çocukları ve kadınları koruyan bir Tanrıçadır. Marco Polo Moğollar’da çocukları, hayvan sürülerini ve tahılı koruyan “Natigay” adlı ruhun Umay olduğunu söyler. Onun çocukları koruması yanında tahılı da koruması, bir bitki Tanrıçası olduğuna da işaret eder. O, aynı zamanda tıpkı İsis, Kibele ve Demeter gibi bitkileri koruyan bolluk ve bereket Tanrıçasıdır. Göktürk Yazıtları, Divan-ı Lügati’t Türk ve Manas Destanı’nda Umay’ ın yer alması daha sonraki dönemlerde de bu inancın devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Umay sözcüğünün kökeniyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri sözcüğün Sanskritçe Uma’ dan geldiğidir. Uma bir Tanrıça’nın adıdır ve ışık anlamına gelir. Bu yine Göklerin Ecesi kavramını çağrıştırır. Çoruhlu, ışığın Umay’ ın Güneşle ilişkilendirilmesini akla getirdiğini söyler. Bununla ilintili olarak Umay’ a Sarı Kız da denilir. Ayrıca ocak ve ateş kültleriyle ilişkilendirilir. Ancak kötü ruhlardan olan Al Karısı ya da Albız’ la ilişkilendirilmesinden dolayı Umay’ a bu Sarı Kız sıfatının verilmesi de olasıdır.
Yakutlar, yeri ve toprağı güçlü, kutsal bir kadın gibi düşünürler. Yer ruhlarının çoğu kadındır. Yakutlar yeryüzüne “iye doydu” yani “ana dünya” derler. Ayrıca Yakutlar’ da “Sekiz Ana”, “Sekiz İyi Kadın Ruh” gibi Tanrılara da rastlanır. Yine Yakutlar’ da “yer ananın sarı göbeği” nden ve “yerin yüksek memesi” nden söz edilir. Nisan ayında “ısıah” bayramı yapılır ki bu bayramın amacı yer ruhlarını memnun etmek ve yer Tanrıçasından merhamet istemektir. Tatarların bir inanışına göre ise ilkbaharda görünüp titrek ışık saçarak gökyüzüne yükselen ve sonra buzları eritip oradan yerin içine giren “imre, imere ya da Emire” adıyla anılan bir yer ruhu vardır. Bu imre havaların ısınmasıyla ilintilenen cemre ile ilgili olmalıdır.
DİL HAPİSHANESİNDE BİR KADIN
Dilin insan ve erkeği özdeş konumlandırdığı bir kültürde kadının kendi sesini duyuramaması doğaldır. Birçok dilde erkek insanla özdeş görülürken kadın farklı bir kategori gibi ele alınır. “Woman” sözcüğü “man” sözcüğünden türetilen bir sözcüktür. Erkeğin İbranice karşılığı “is”tir. Kadınsa erkekten türetilmiştir ve “ishah”tır Rowbotham İngilizce’deki “she” sözcüğünün kadını ifade etmesine karşın “he” sözcüğünün sadece erkekleri değil bütün insan soyunu ifade ettiğini belirtir. İngilizce’de, Batı dillerinin çoğunda olduğu gibi insan sözcüğü “adam, erkek” anlamına gelen “man” sözcüğüyle karşılanır. “Mankind” insanoğlu olarak çevrilebilir. Bu da erkek egemen kültürün bir göstergesidir. İngilizce’de “man”, Almanca’da “mann” (insan=mensch), İspanyolca’da “hombre”, Fransızca’da “homme”, insan, erkek anlamına gelir. Türkçe’de de aynı yapı mevcuttur. “Kadın” sadece, dişiyi ifade eder ama “adam” bütün soyu ifade eder. Bir kadından bahsederken adam sözcüğü kullanılmadığı halde erkekten bahsederken adam sözcüğü tercih edilir. Yine bunun gibi, soydan bahsedilirken “insan kızı” değil de “insanoğlu” denmesi düşündürücüdür. İlk insan mitine göndermede bulunarak Ademoğlu denir insan soyu için.
Kadınlık sözcüğü, kadının, kadın olmak için gerekli erdeme sahip olması; kadınsı sözcüğü ise kadına benzer davranışları olan erkek olarak tanımlanmıştır. Kadın olmak kadar kadınsı olmak da dışlanır. Feminen erkekler dışlandığı gibi bazı halklar da “kadınsı” olarak görülür ve dışlanır. Eski Türk kağanları düşman uluslardan “kölem ve cariyem olan budun” diye söz ederek o ulusları kadınlaştırır. Naziler Yahudiler’i “kadınsı” olarak nitelendirir. Günümüzde ise Yahudiler Filistinliler’e “fahişeler” der.
Bir mesleği, faaliyeti yapan kişi erkek olduğunda sadece onun mesleğini söylemekle yetinilip ressam, sanatçı, hakim, spiker, yazar gibi ifadeler kullanılırken, aynı mesleği, faaliyeti bir kadın yaptığında kadın ressam, kadın sanatçı, kadın hakim, kadın spiker, kadın yazar gibi ifadeler tercih edilir. Dolayısıyla sözcükler içlerinde gizli bir cinsiyet ayrımcılığı barındırır. Erkek yazar demeyiz. Yazar dememiz yeterlidir ama kadın yazar deriz. Ancak olumsuz mesleklerde, faaliyetlerde durum bunun tam tersidir. Örneğin “fahişe” denildiğinde doğrudan kadın algılanır. Aynı sözcük erkeklerle birlikte düşünüldüğünde başına erillik getirilir ve “erkek fahişe” denir ki bu erkekler için çok istisnai kullanılan bir sözcüktür. Fahişelik gibi bir mesleği erkeğin yapması pek kabul edilmek istenmez.
İlk ataerkil evlilik diyebileceğimiz evlilik şekli “sığır evliliği”, kadının sığır alma karşılığında bir erkeğe satılmasını içerir. Nitekim para sözcüğüyle sığır sözcüğü de ilişkilidir. Latince para anlamına gelen “pecunia” büyük baş hayvan anlamındaki “pecus” sözcüğünden türetilmiştir. Sanksritçe’deki para anlamına gelen “ru pee” kelimesi de yine büyük baş hayvan anlamına gelen “ru pa” sözcüğünden türetilmiştir.
Yine iktidar ve erkek özdeşliği bağlamında ele alınabilecek bir sözcük ise argodaki “becermek” sözcüğüdür. Asıl anlamı, “üstesinden gelinmesi zor bir işi yapmak, güç bir konu ya da duruma uygun bir çözüm bulmak” olan bu sözcük, argoda erkeğin bir kadınla cinsel ilişkide bulunması anlamında kullanılır ve erkekler bu sözcüğü genellikle “bir kadını becerdiğini” söyleyerek böbürlenmek amaçlı kullanır. Başarmak anlamı içeren bu sözcük cinsel edimle ilintilendirilerek, -sözlükteki anlamından yola çıkarsak- erkek için üstesinden zor gelineceği düşünülerek korkulan cinsel edimde zafere ulaşmayı ifade eder. Bu, psikolojik çözümlemelerde yer alan “dişli vajina” korkusuyla ilgili olmalıdır. Erkek, penisi, vajina tarafından yenilip yutulmadan kurtulduğu için cinsel edimde başarılı olduğuyla övünüp kadını “becerdiğini” söyler. Cinsel edim için argoda kullanılan sözcük de eril bir anlam içerir. Belki de erkeğin iktidarını simgelediği için, cinsel birleşme edimi işteşlik (karşılıklı yapılabilirlik) ifade ettiği halde hep erkek baskın ifadelerle dillendirilir. Cinsel edim iki kişi olmadan yapılamaz. Türkçe’de bu edim argoda kullanılan, erkeklik organı (sik) sözcüğünden türetilerek “sikişmek” olarak ifade edilir.
Penise argoda “alet” denmesi de ilginç bir anlamı ortaya koyar. Aletin sözlük anlamı: “Bir işte, bir işlemde kullanılmak için yapılmış, gücünden, çalışmasından, işlemesinden yararlanılan nesne” dir. Bu anlamıyla penis yine güç, timsali olarak sunulur. Argoda kullanılan “sik” ve “sikişmek” sözcükleri ve buna ilişkin penis, kamış, baba, erbezi, haya, husye, testis, taşak gibi sözcükler sözlükte yer alırken kadınlık organının ifade eden “am” sözcüğü ya da argo anlamda kullanılan “kutu”, “kuku”, “pıtı” “bal küpü” gibi sözcükler yer almamıştır. Kadının cinsel organını ifade etmek için vajina sözcüğüne yer verilmiş o da “döl yolu” olarak açıklanmıştır. Penisin “çiftleşme organı” olarak açıklanmasına karşın vajinanın “döl yolu” olarak açıklanması düşündürücüdür. Eril düşünce, kadının cinsel edimde bulunmasını pek istememektedir anlaşılan. “Siki çarşafa dolaşmak” (beceriksizliği nedeniyle güç bir duruma düşmek, şaşırmak) ve “sikine sallamamak” (hiç önem ya da değer vermemek) gibi deyimlere ise sözlükte yer verilmiştir. Ayrıca dilimizde erkek cinsel organıyla ifade edilen “ipimle kuşağım sikimle taşağım”, “sikimden aşağı kasım paşa”, “sike sürülecek aklı olmamak” gibi deyimler olduğu halde kadın cinsel organıyla ifade edilen hiç deyim yoktur.
GELENEĞİN ÖKSÜZ KADINI
Kadının kötü, murdar, uğursuz olduğu düşüncesi de ataerkil anlayışın bir mirası olarak devam eder. Bir erkek yolda giderken karşısına bir kadın çıktığı takdirde işinin rast gitmeyeceğine inanır. Balaman “uğur kesme” töresinden söz ederek Anadolu’nun birçok yöresinde yaygın olan bu geleneğe göre, bir erkeğin bir kadın tarafından yolu kesilmesi durumunda erkeğin bunu uğursuzluk sayarak işlerinin kötü gideceğine inandığını, bu nedenle kadına her türlü hakareti yaptığını, hatta onu dövüp sövme hakkına bile sahip olduğunu, bunun üzerinde durulmadığı takdirde ise köylüler tarafından hem kadının hem erkeğin kınandığını söyler. Kadınların yanlışlıkla da olsa uğur kesmemeye dikkat etmeleri gerektiğini aksi takdirde bekar kızın evlenemeyeceğini, evliyse de sonucun boşanmaya kadar gidebileceğini belirtir.
Erkeğin kadından üstün olduğuna ve kadının ona itaat etmesi gerektiğine işaret eden adetler de oldukça çoktur: Erkeğin kadından üstünlüğü bağlamında kırsal alanda, bayramlarda kadınlar kocalarının ellerini öperler. Santur’un aktarımına göre, Kars ve Artvin dolaylarındaki bir duvak açma törenine göre sağdıç gelinin yanına gelir ve elindeki kamayı göstererek oradakilere “Gelin bacılar gelinin duvağını mı, dilini mi keseyim?” diye sorar. Kadınlar “dilini kes, dilsiz olsun” derler. Sağdıç kamayla duvağı üç kere indirip kaldırır. Bu ritüel kadının, erkeğin tahakkümüne boyun eğmesi gerektiğini simgeler. Erzincan ve Erzurum dolaylarında ise güvey geline bir elma fırlatır. Elma geline değip parçalandığı takdirde bu uğurlu kabul edilir, çünkü bu takdirde gelinin kocasının sözünden çıkmayacağına inanılır, itaatkar olacaktır. Gelin koyun postuna bastırılır ki uysal olsun. Geline kocasına itaat etmesi, saygısızlık etmemesi için evlenirken öğütler verilir:
Ensest olgusunda da tecavüzdeki kurguyla karşılaşılır. Toplum erkeğe toz kondurmak istemez. Babaları, erkek kardeşleri ya da bir başka yakın erkek akrabası tarafından tecavüze uğrayan kadın dışlanır. Sanki kurban o değil de ona tecavüz eden erkekmiş gibi davranılır. Toplum erkeğe toz kondurmak istemez. Günahkar olan, erkeği de günaha sevk eden kadındır. İronik olan, ensest kurbanı kadınlara kendi ailesi içerisindeki kadınlar tarafından da inanılmaması ve onlar tarafından da dışlanmalarıdır. Aslında burada söz konusu olan inanıp inanmamaktan çok erkeğe leke sürülmesi endişesidir. Bu nedenle “kol kırılır yen içinde kalır” ve kız başka biriyle deyim yerindeyse “işi pişirmekle” suçlanır.
SONUÇ YERİNE: DİŞİL BİR GELENEK YARATMAK
Ataerkil gelenekler asla değiştirilemez gelenekler değildir. Öncelikle yapılması gereken ataerkil düzenin kadınlara kabul ettirildiği gibi doğal ve değişmez bir düzen olmadığının farkındalığının sağlanmasıdır. İnsanlar ataerkilliğin evrensel bir olgu olduğuna inandırılmış ve ataerkil kuralların, tutumların sorgulanması engellenmeye çalışılmıştır. Ataerkil kültür, yaşamın en derinlerine kadar nüfuz etmiştir. Ancak bu, değiştirilemez bir kültür olmadığı gibi kökleri çok derinlerde ve çok eski bir kültür de değildir. Sadece bazı dişil motifler ya olumsuzlanarak ya da küçük değişiklerle olumlu ataerkil motiflere dönüştürülerek ataerkil kültüre adapte edilmeye çalışılmış, yaşama geçirilmiştir.
Adetler, gelenek görenekler, kurumlar, inançlar ve değerler arasında bir bütünsellik vardır. Bunlar birbiriyle ilintilidir ve birinde gelen değişme diğerlerini de etkiler ve dolayısıyla diğerlerinde de değişme meydana gelir. Cinsiyet eşitliğine yönelik yeni gelenekler oluşturmak, icat etmek gerekir. Kadın bakış açısıyla yeni bir tarih anlayışı geliştirilebileceği gibi, dilde ve dinde kadının ikincil olduğunu ifade eden düşünceler atılarak reform yapılıp yeni gelenekler geliştirilebilir.
Anaerkil dönem, kadının bu dönemdeki başatlığı, tarımın kadınlar tarafından keşfi gibi konulara yer verildikten sonra mitolojide anaerkilliğin izleri aranarak bu izler Ana Tanrıça inancı çerçevesinde ele alınmıştır. Bu bölümde Tanrı inancının iktidarda bulunan cinse göre şekillendiği ve özelliklerinin az çok değişiklikler gösterdiği, yine iktidarda bulunan cinsin Tanrının da cinsiyetini belirlediği gösterilmiştir. İktidarda olan cinse göre ilk yaratıcının cinsiyeti de değişir. Bu bağlamda kadının iktidarda olduğu anaerkil dönemde Tanrının cinsiyeti dişildir. Tıpkı günümüzde eril Tanrı inancının bütün olumlu varlıkları eril cinsiyetlendirmesi gibi Ana Tanrıça da bütün varlıklara kendi cinsiyetini vermiştir. Gök, yıldızlar, ay, güneş, su, toprak, yılan gibi birçok varlık dişil düşünülmüştür. Bu varlıklar Ana Tanrıça’nın gücünün simgeleridir. Kimisi, sonsuzluğu, kimisi verimi kimisi bilgeliği gösterir.
Kitapta özellikle din ve geleneklerin kadının ikincilleştirilmesindeki etkileri tartışıldığı için bu bölümde Ana Tanrıça inancına ve bunun kadının başatlığıyla başa baş gidişine yer verilmiştir. Anaerkil dönemde “ilk yaratıcı”, kadının başatlığına dayalı olarak ve kadının bereket gücünden, doğurganlığından etkilenilerek dişil düşünülmüştür. Bu dönemi yansıtan bütün mitlerde bu değişmezdir. Eril Tanrı fikri ise birçok mite ataerkilleşmeyle birlikte sonradan yerleşmiştir. Ana Tanrıça inancıyla ve tabi kadınla bağlantılı olarak öne çıkan değerler de bu bölümde ele alınmıştır. Bu bağlamda yılan ve Toprak Ana inancının özel bir yeri vardır. Yılan, Ana Tanrıça’nın bilge yanını simgeler, Toprak Ana ise onun bereket yanını temsil eder. Toprak Ana inancıyla bağlantılı olarak dişil bitki ruhunu da anmak gerekir; çünkü dişil bitki ruhu Tanrıçanın bereket yanının bir başka belirimidir. Ancak ataerkilleşmeyle birlikte Ana Tanrıça’nın cinsiyetiyle anılan bu varlıklar ya erilleşmiş ya da olumsuzlanmıştır. Örneğin bitki ruhuyla ilintili olarak diriliş mitleri doğmuştur ki İnanna-Dumuzzi, Kibele-Attis, İsis-Osiris, Afrodit-Adonis gibi diriliş mitlerinde bitki ruhunu eril olan Dumuzzi, Attis, Osiris, Adonis gibi Tanrılar temsil eder olmuştur. Yılan olumsuzlanmış, lanetlenmiş ya da ona penisi temsil etme görevi verilmiştir. Genellikle ataerkil Tanrılar ya da ataerkil kahramanlar Ana Tanrıçayı temsil eden yılanlarla savaşmaya başlamıştır. Toprak Ana da olumsuzlanmış ve bir tohum toprak metaforu çerçevesinde onun sadece tohumun ekildiği bir barınma yeri olmanın ötesinde bir işlevi olmadığı vurgulanmıştır. Yine toprağın, yerin gücü elinden alınarak göğe verilmiş ve toprak hiçleştirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu olumsuzlamalar anaerkilliğin üzerinde zafer kazanan ataerkillikle paralel olmuştur. Ataerkil anlayış kadını ve onunla birlikte anılan her şeyi hiçleştirmiş ve kadına ait bütün değerleri onun elinden almıştır. Kadının yaratıcı gücüne erkeğin el koymasıyla birlikte yaratıcı kavramı da değişerek erilleşmiş ve Tanrıçaların yerini Tanrılar almaya başlamıştır. Kadın artık verimli, doğurup besleyen değildir. O sadece erkeğin kadının içine ektiği tohumu geçici bir süre barındırandır. Bu bölümün sonunda anaerkil, anayerli veya anasoylu topluluklara örnekler verilmiştir.
Bir diğer bölümde ataerkilleşmenin koşullarının nasıl gerçekleştiği anlatılmış ve özel mülkiyet, savaşçılık değerlerinin yükselmesi, ilk kent devletlerinin kurulmasıyla ataerkilliğin kurumsallaştırılması ve dinin kadının ikincilleştirilmesindeki etkin rolü gibi konular ele alınmıştır. Sümer, Babil, Asur ve Hititler gibi ilk kent devletlerinde kadının konumuna kısaca değinilmiştir. Yine aynı çerçevede Mısır, Eski Yunan ve Roma’da kadının konumu ele alınmıştır. Bu toplumlardaki anaerkil ve ataerkil inançlara değinilmiştir.
Din bölümünde Tanrı kavramına yer verilerek ilkel dönemden günümüze kadar nasıl bir evrim geçirdiği anlatılmış, diğer Tanrı ve Tanrıçalarla tek Tanrılı dinlerdeki Tanrı kavramı arasındaki benzerlikler ortaya konmaya çalışılmıştır. Din çerçevesinde ataerkil dualizmin getirdiği yer-gök, sağ-sol, iyi- kötü, ışık-karanlık, ak-kara gibi ikiliklerde ele alınmış ve bu ikiliklerin anaerkilik ve ataerkillikle bağlantılarına yer verilmiştir.
Dinin bir meşrulaştırma aracı olarak nasıl kullanıldığından söz edilmiş ve bu bağlamda cinsiyetler hiyerarşisini kurmasına ve özellikle ataerkil dinin erkeği üstün, kadını aşağı kurgulamasına yer verilmiştir. Dinin kanon, değiştirilemez olması çerçevesinde kadın üzerinde kurduğu baskı ele alınmış ve bu baskıyı meşrulaştırma nedenleri incelenmiştir. Dinin kanon olması çok önemlidir çünkü Tanrı’nın doğru ya da yanlış olarak konumlandırdığı hiçbir şey üzerinde tartışma yapılamaz. Bu ise dinin koyduğu kuralların bütün toplum tarafından daha kolay içselleştirilmesini sağlar. Bu bağlamda kadının aşağı konumlandırılması da içselleştirilerek Tanrı kelamı sayılır ve ataerkil anlayışın uydurduğu bir kurgu, doğalmış gibi hiç sorgulanmadan kabul edilir. Ataerkil gelenek kadını cezalandırır. Yaratıcının cinsiyeti iktidardaki cinse göre belirlenir ve ataerkil toplumun eril Tanrısı iktidardaki cinsi yücelttiği gibi iktidardan pay almayan, alamayan cinsi de dışlar, aşağılar ve bunun da ötesinde cezalandırır. Ataerkil erkeğin zihnindeki Tanrı imajı böyle olmasını istemiş ve günümüze kadar gelen Tanrı imajı da erkeği kutsayan ve kadını onun çok çok altında konumlandıran bir Tanrı olmuştur. Dinin getirdiği ataerkil gelenekler kadının tanıklıktan, mirastan dışlanmasına, erkeğin kölesi olmasına neden olur. Kadının bedeni din tarafından kuşatılmış, erkeğin emrine verilmiş ve bu din tarafından meşrulaştırılmıştır.
Özellikle Tevrat, İncil ve Kuran gibi kaynaklardan yararlanılarak tek Tanrılı üç büyük din ele alınmış ve bu dinlerdeki kutsal Tanrı inanışının kökleri araştırılmış, anaerkil dönem ve Ana Tanrıça inancından bu dinlere aktarılan öğeler ele alınmıştır. Tevrat, İncil ya da Kuran’daki Tanrı’nın özelliklerinin Anaerkil dindeki Ana Tanrıça ile neredeyse birebir örtüştüğü, ancak ataerkil Tanrının, Tanrı Baba’nın kadınları koruyan ve onları iktidarda tutan Ana Tanrıça’yı dışladığı, inananlarını cezalandırdığı ve kadının bilme gücünü elinden almak için onu baskı altında tutup eve hapsettiği gösterilmeye çalışılmıştır. Yine ataerkil erkeğe soyu belli çocuklar yetiştirebilmek için kadının cinselliğinin yok edilmeye çalışıldığı, konulan sınırların dışına çıkan kadınların ise büyük yaptırımlara maruz kaldığı belirtilmiştir.
Erkek, kadının bereket gücünden o kadar korkmuştur ki ataerkil dinle birlikte onun yaratıcılığını elinden aldığı gibi yaratılış dizgesinde de onu kendinden sonraki bir yere yerleştirmiş hatta Tevrat’a göre kendi kaburga kemiğinden yaratıldığını düşlemlemiştir. Birçok yaratılış mitinde de erkek kadının önceli olarak ele alınmış ve kadın bütün kötülüklerin nedeni olarak kurgulanmıştır. En büyük günahı ise bereketinin bir parçası olan adet kanıdır. Adet kanı kötücül, pis bir sıvı olarak ele alınmıştır. Ataerkil anlayışın kadına ve onunla anılan değerlere yüklediği kötücüllük birçok inanca geçmiştir. Bir dualizm çerçevesinde Tanrı-Şeytan, iyi-kötü, ışık-karanlık, gök-yer, ak-kara, gibi ikiliklerde kadın hep olumsuzlanan tarafla birlikte anılmıştır. O Tanrıya karşı çıkan şeytandır. Zaten şeytan Tanrıçanın ataerkilleşmiş değişiminden başka bir şey değildir. Ataerkil erkek onu olumsuzlayabilmek için şeytan yapmıştır.
Bir sonraki bölümde eski Türkler’de kadının durumu yine din ve gelenekler çerçevesinde incelenerek anaerkil Türkler ve Ana Tanrıça’nın izleri sürülmüştür. Eski Türkler’de kadın konusuna da değinilerek yine aynı mantık dizgesi içerisinde anaerkil dönemde kadının başatlığı ve ataerkil dönemde ikincilleştirilmesi vurgulanmış ve dinin ve geleneklerin bu durum üzerindeki etkisine değinilmiştir. Öncelikle sosyologların anaerkillik ataerkillik tartışmalarına yer verilmiş, bu bağlamda anaerkil (Politik Örgütlenme Ve Devlet Yönetiminde kadının önemi, tek eşlilik, kaç göçün olmaması, toyonizm-şamanizm eşitliği) ve ataerkil gelenekler (bekaret, kız kaçırma, kalın, çok eşlilik, levirat, boşanma, veraset) anlatılmış ve daha sonra Türk destanlarında anaerkillik ve ataerkilliğin izlerinin sürülmesine çalışılmıştır.
Şamanist Türkler çok Tanrılı bir inanç dizgesine sahiptir. Her ne kadar bazı araştırmacılar eski Türkler’in en eski dininin Gök Tanrı inancı olduğunu ve bunun da Tek Tanrı inancına karşılık geldiğini söylese de bu doğru değildir. Çünkü bir çok destanda Türkler’in çok Tanrı inancına işaret eden ifadeler vardır. Bu inanç sistemi içerisinde Tanrıçalar da kendine yer bulur. Hatta denilebilir ki birçok toplumda olduğu gibi Türk toplumunda da önce anaerkil bir dönem yaşandığı için ilk yaratıcının cinsiyetini statüsü yüksek olan cins belirlediğine göre Tanrılardan önce Tanrıçalar vardır. Nitekim bu fikri destekler nitelikte birçok ipucu mevcuttur. Türkler’de en önemli Ana Tanrıça’nın Umay Ana olduğu söylenebilir. Ak Ene ise ilk yaratıcı olarak karşımıza çıkar ve yaratılış mitlerindeki bir çok motife bu mitte de rastlanır. Ayısıt, Al Karısı, Ana Maygıl gibi Tanrıçalar ise diğer önemli Tanrıçalardır. Erlik ise bir Tanrıça değil Tanrı olmasına karşın bu Tanrıçaların en önemlilerinden biri sayılabilir. Çünkü eskiden bir Tanrıça olan Erlik, ataerkil anlayışla birlikte Tanrıça ve Tanrı (kadın-erkek; anaerkillik-ataerkillik) arasındaki savaşta yok edilmek istenmiş ancak güçlü bir motif olduğu için silinememiş bunun yerine olumsuzlanarak ona Yer altının Tanrılığı verilmiştir. Erlik yeraltının kötü baş Tanrısıdır. Al Karısı da güçlü bir motiftir ve olumsuzlanma yoluna gidilerek mitolojide dişi bir kötü ruh olarak yer almıştır.
Şamanist Türkler’de en önemli dişil unsurlardan biri ise “yer-su” kültleridir. Su, ağaç, oba, ocak, dağ gibi öğeleri kapsayan yer su kültleri Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Atalar Kültüyle birlikte her ne kadar dağ ve ocak kültü erilleştirilmişse de yine de diğer kültler dişil önemini korumuştur. Hatta ocak kültündeki en önemli unsur ateşten ataerkilleşme sonunda bile dişil söz edilmiş ve ateşe “od ana” denmeye devam edilmiştir. Ataerkilleşmeyle birlikte kadının başatlığı da yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamış, kadının baskı altına alınması, İslam’ın kabulüyle doruğuna ulaşmıştır. Dede Korkut Hikayeleri’nde kadının ev içi alana çekilişinin izlerini görmek mümkündür. Yusuf Has Hacip’te ise artık kadın ev içinde hapsolmuştur.
Bir başka bölümde cinsiyetler hiyerarşisi kurmada dilin gücüne değinilerek, cinsiyetli yapısı olsun ya da olmasın hemen bütün dillerin içinde kadını ikincilleştiren öğeler barındırdığı; dilin yapısının iktidarda bulunan cinse göre belirlendiği, kontrolünün iktidardaki cinsin elinde olduğu ve dili onların biçimlendirdiği anlatılmıştır. Ataerkil bir dille çevrilen kadının belirlenen sınırın dışına çıkmasının mümkün olmadığı, ataerkil dilin ona verdiği olanakların ya da sınırlılıkların dışına çıkamayacağı ve bununla bağlantılı olarak kadınların kültür yaratmada ellerinin kollarının dille bağlandığı belirtilmiştir.
Ataerkil dil kadını erkeğin aşağısında konumlandırır ve bunun içselleştirilmesine hizmet eder. Dilsiz bir düşünce olmayacağına göre düşüncelerin geliştirilmesi de dille orantılı olarak sınırlıdır. Her gün aynı dilin hegemonyasında kalan insan onun ötesine geçemez. Dilin kurguladığı biçimde konuşur ve düşünür. Bu bağlamda bizim dilimizde de erkek üstün olan kadınsa aşağı olan olarak kurgulanır ve bu sürekli atasözleri, deyimler, edebiyat, kitle iletişim araçları ve günlük konuşmalarla yinelenir. Yeni bir dil geleneği yaratmak gerekir ki dişil unsurlar da öne çıkabilsin ve kadın ikincil olarak kurgulanmaktan kurtulabilsin.
Bu bölümde dilin kadını sınırlandırması ve erkeğin aşağısında konumlandırması bağlamında günlük yaşamımızda hiç farketmeden kullandığımız birçok deyim masaya yatırılmış, yine aynı çerçevede atasözleri ele alınmış, edebiyatın kadın imgeleri yaratmadaki rolüne değinilerek edebiyatın kadını edilgen, erkeğe bağımlı kurgulamasının eleştirisi yapılmış, yine aynı bağlamda çizgi romanlar ve masallardaki üstü örtülü cinsiyet ayrımcılığına değinilmiştir. Edebiyatla ilintili olarak çağını etkilemiş birçok ünlü erkek düşünürün kadınla ilgili aforizmalarına da yer verilmiştir. Yine aynı bölümle ilişkili olarak kitle iletişim araçları ve sinemadaki gizli eril dile de yer verilerek filmlerden örneklerle kadının ikincilleştirilmesinde bunların rolü tartışılmıştır. Gazeteler, dergiler ve reklamlar da aynı gözlük takılarak incelenmiştir. Ayrıca günlük yaşamımızda çok büyük bir yer tutması nedeniyle şarkı sözleri ve türkülere de kısaca değinilmiştir.
Sonraki bölümde ataerkil ve anaerkil geleneklerin günümüze yansımalarına geniş bir pencereden yaklaşılarak dünyadan ve Türkiye’den örneklerle bu gelenekler anlatılmıştır. Türkiye’de ataerkil geleneğin politik etkileri tartışılarak günümüzde kadının konumuna da kısaca değinilmiş ve ataerkil geleneklerin şiddetini bütün yoğunluğuyla hala hissettirdiği anlatılmıştır. Akraba evlilikleri, erkek üstün değerler nedeniyle erkek çocuğuna verilen değer, töre cinayetleri, başlık, berdel, kumalık, dini nikahla evlilik, şiddet(psikolojik, fiziksel, cinsel taciz ve tecavüz boyutlarıyla) gibi olgular ele alınarak kent ve kırsal ayrımına gidilmiş, öncelikle kırsal alanda kadının karşılaştığı sorunlar tartışılmış daha sonra ise kentli kadınların sorunları ele alınmış ve kadınların, eğitim, ekonomi, politika gibi alanlardaki varlık sorununa yer verilmiş, kızların eğitim olanaklarından yararlanamamalarının geleneksel nedenleri, kadının eğitim hakkının elinden alınışı ve bunun dinamikleri ele alınmıştır.
Kadının istihdam edilmede erkeğin çok gerisinde kalması, ekonominin seyrine göre kadının istihdam edilebilirliğindeki değişim, eğitimde karşılaştığı sorunlar, para getirecek bir mal gözüyle bakılması nedeniyle kız çocuklarının okula gönderilmemesi, tarlada çalıştırılması ve daha küçücük yaşta “satılması” ele alınmıştır. Yine kadının bir mülk olarak algılanmasının bir sonucu maruz kaldığı şiddete değinilerek töre cinayetleri ve bunun dinamikleri tartışılmış, şiddetin bir parçası olarak tecavüz ve ensest gibi olgulara ve kadının bunu bir utanç kaynağı görmesinden dolayı şikayette bulunmaması nedeniyle sağlıklı tutulamayan istatistiklere değinilmiştir. Burada önemle durulan bir konu ise şikayet mercilerinin bile kadını suçlar nitelikte düşünmeleridir ki bazı araştırmalar bunu gösterir niteliktedir. Kendine inanmayan bir şikayet merciine kadının başvurmasının olanaksızlığı da tartışılan konulardan biridir.
Sonuç bölümünde ise ataerkil geleneklerin ve dinin etkilerinin kırılabilmesi için yeni dişil gelenekler yaratmanın önemine değinilerek çözüm önerileri getirilmiştir. Çünkü her ne kadar eşitliğe ilişkin yasalar çıkarılsa, çalışmalar yapılsa da ataerkil din ve geleneklerin etkisi kırılmadıkça bu eşitlik fikri içselleştirilemeyecek ve yasalar gereği gibi uygulanamayacak, sözden ibaret kalacaktır. Yeni bir dil, din, tarih ve ekonomi geleneği yaratmanın önemine değinilmiş, bunu başarmanın ilk yolunun ise kadınların eğitime, ekonomiye ve politikaya daha fazla katılmaları olduğu anlatılmıştır.
Aşağıda, bölümlere göre kitaptan bazı paragraflar rastgele seçilerek aktarılmıştır. Paragraflar rastgele seçildiği için birbirinden bağımsızdır.
KADININ KAMUSALDAN UZAKLAŞTIRILMASI: EVİMİN KRALİÇESİ MASALI
“Herkes kendi evini yönetir, kendi karısını, çocuğunu,” düşüncesinden yola çıkan ataerkil anlayış, kadınlara yönetim işinin erkeklere özgü olduğunu, erkeğin aynı zamanda kadını da temsil ettiğini, kadınlarınsa evlerinde oturarak çocuklarına bakması ve kocasını desteklemesi gerektiğini empoze etmiştir. Kadın bakımı karşılığında kocasına hizmet eder. “Aileyi geçindiren erkek”tir, düşüncesi o kadar derinlere aşılanmıştır ki, kadınlar işsiz olan erkeklerin de varlığını göz önünde bulundurarak iş arama gibi bir girişimde bile bulunmaz ve önceliği erkeklere verir. Yasayı, tarihi, edebiyatı ancak erkekler bildiği ve kadınlar da ancak erkeklerin dolayımıyla, onlardan öğrenerek bunlara ulaştığı için kadın kendini evine ve aileyi (çocuğu ve kadını) yöneten erkeğe verir, zaten kamusalda kocası onu da temsil ettiği için kamusala çıkma gereksinimi duymaz. Bu bağlamda Frestone, kadınların enerjilerini erkekleri desteklemede kullandıklarını ve kamusal alanın dışında kaldıklarını, erkeklerinse bütün enerjilerini işlerine vererek kamusal alanın içinde kalarak kültürü yarattıklarını ifade eder. Kamusal alan bir anlamda erkeğin eski dönemlerden kalma savaşçı fetihçi özelliğini temsil eder. Belki erkek savaş alanında zaferi kaptırmamak için kadının reşitliğini yadsıyıp evinde kapatılmasını tercih eder. Zaten “Erkek savaş için eğitilmeli, kadınsa savaşçıyı dinlendirmek için: gerisi deliliktir.” gibi söylemler de aynı anlayışın uzantısı olarak düşün yaşamımıza girmiştir.
KADININ ALTIN ÇAĞI
Eski toplumlarda büyü, rüya yorumu gibi etkinlikler kadının işidir. Nitekim Gılgamış’da buna bir kez daha tanık oluruz. Gılgamış iki rüya görür ve gelip annesine sorar. Annesi de bu rüyayı yorumlar ve rüyanın yorumu doğru çıkar. Hititler’de de dinsel etkinlik alanı genellikle kadınlara aittir. “Tanrı Analığı” önemlidir. Tapınaklarda dansçılar, sihir ve büyü yapanlar, törenleri yönetenler, rüyaya yatanlar hep kadındır. Türk destanlarında da en iyi rüya yorumunu kadınlar yapar. Yunan mitolojisine göre Troyalı kral Priamos’un kızı Kassandra bir kahindir. Ona bu özelliği Apollon vermiştir. Apollon onunla yatmak isteyince Kassandra kabul etmemiş bunun üzerine Apollon onun ağzına tükürmüştür. Böylece Kassandra her ne kadar geleceği görse de kimse ona inanmayacaktır. Nitekim Troya’nın yakılıp yıkılacağını önceden görmüş ama ona inanmamışlardır. Burada bilicilik gücünü ona bir Tanrının vermesi ve inandırıcılığını yok etmesi düşündürücüdür. Çünkü burada Tanrıçanın bilgeliğini, biliciliğini bir yadsıma söz konusudur. Eski bilicilerin Siyblle’lar olduğu düşünülürse bu gönderme dikkat çekicidir. Ancak daha sonra Tanrıçaların kadınlara verdiği rüya görme yeteneğini artık kadınlara Tanrılar vermekle kalmamış Tevrat ve Kur’an’da gördüğümüz gibi rüya yorumlama işi de erkeklere geçmiştir. Nitekim Firavun’un rüyalarını Yusuf yorumlar.
YAHUDİLİK
Her ne kadar yaratıcının erkek olarak değiştirilmesi olgusu Yahudilik’ le gelmemiş olsa da Yahudilik’ in bunu perçinlediği yadsınamaz bir gerçektir. Bütün dünyada bu anlayışın egemen olmasına zemin hazırlamıştır. Kadının baskı altına alınmasının kesin nüveleri onunla birlikte alınmaya başlanmıştır. Çünkü ondan sonra gelecek iki din de Yahudilik’ ten etkilenecektir. Hatta kadın açısından onun devamı niteliğinde olacaklardır.
Yine soyun devamıyla ilgili bir kural da erkeğin üreme sağlığının yerinde olmasıdır. Tannahill, günümüzde İsrail’de üreme organları hasar görmüş erkeklerin Yahudi olarak doğmuş kadınlarla evlenmelerinin yasak olduğunu söyler.
Yahudiler, sabah dualarında “Beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun!” derler. Platon’da Tanrı’ya, önce kendisini köle değil de özgür bir insan yarattığı için, sonra da kadın değil erkek yarattığı için şükreder.
HIRİSTİYANLIK
Eva Figes “Ataerkil Tutumlar” adlı eserinde 1968’de İngiltere başpiskoposunun bir düşüncesini yazar: “Kilise kapılarını kadınlara ardına dek açarsa, kiliseyi erkekler için çekici kılan her şeyin sonu gelmiş olur.” Figes, ayakta ölüyor olsa bile kilisenin erkek ayrıcalığına sımsıkı sarılacağını, çünkü kilisenin başlıca “raison détre (varlık sebebi)sinin bu olduğunu savunur. Bir radyo programında, Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışının bir kadının papaz olarak kilisede bulunmasından etkilenip etkilenmeyeceği sorulduğunda İngiliz piskopos, “evet” yanıtını vermiştir ve eklemiştir: “Benim içgüdüsel davranışım ise onu kollarıma almak olur.” Ona göre bir kadının papaz olamayışının nedeni, cemaatle arasında doğabilecek cinsel yakınlaşmadır.
Hıristiyanlık İsa döneminde getirildiği iddia edilen hoşgörülü (?) yapısını Pavlus zamanında kaybederek kadınları dışlamıştır. Saint Pavlus kadının erkekten daha aşağı olduğu kavramına geri dönmüş ve İsa’nın getirdiği söylenen eşitlik kadının aleyhine bozulmuştur.
İSLAM
Allah’tan önceki Tanrılara baktığımızda aynı özellikleri onlarda da görürüz ki bunların çoğu Tanrıçanın da özellikleridir: Taoizm’e göre evrendeki düzen ilkesine “tao” denir. Tıpkı Allah gibi, “İlk benim ve son benim, benden başka Allah yoktur.” der Yehova. Tanrı Brahman da ilkin ve sonun kendisi olduğunu, her şeyin o olduğunu söyler. “Başlangıçta yalnız Brahman vardı: Tanrıları o yarattı. Gerçekte ölümsüz olan Brahman her yerde, önde, arkada, sağda solda, yerde gökte vardır, hazırdır. Yerin, göğün, havakürenin, sonra ruhun ve tüm duyuların benliğinde dokunmuş olduğu kimse, odur. Köpüklerle dalgalar, denizin tüm görünüşleriyle tüm manzaraları nasıl denizden ayrı değilse, evrenle Brahman arasında da hiçbir fark yoktur. Gerçekte, her şey Brahmandır.” “Ben tüm nesnelerin anası, babasıyım; doğuran ve koruyan kimseyim, tüm bilgeliğin sonu… Ben başlangıçla sonum… Yağmuru veren ve isterse vermeyen benim. Yaşam ve ölmezlik ben olduğum gibi ölüm de benim… Ben her şeyin tanrısıyım; güçlünün gücü, güzel nesnelerin güzelliği, zeki insanların zekasıyım; bilen kişilerin zihinlerindeki bilgi, tanrısal gizemin egemen olduğu sessizlik de yine benim.” Brahman bir anlamda mana olarak nitelendirilebilir. Tıpkı Brahman ve benzer özellikleri taşıyan Tanrılar gibi Yehova ve Allah da her şeyde ve her yerde varolan bir tür mana olarak düşünülebilir. Nitekim Hançerlioğlu da “… İlkellerin mana inancı kişilik dışı bir tanrı tasarımı olması bakımından Müslümanlığın tanrısına benzer…” der.
Somut olarak Tanrıçaya açılan savaş dışında, Kuran’da ataerkil dualizmin egemenliğine de tanık oluruz: Dişillikle anılan –yer, karanlık, gece, sol- olgular yerilirken erillikle anılanlar –gök, aydınlık, gündüz, sağ- kutsanır. Gök iyidir, yer ise kötü. Bu nedenle inananlar göğe yükselecek inanmayanlarsa yerin dibine girecektir: “Eğer dileseydik onu bu (ayetler) le yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı…” Kuran Allah’ın bir nur(ışık) udur. O’nun ışığı önemlidir. “Allah göklerin ve yerin nurudur…” Allah’a inanmak karanlıklardan nura çıkmak olarak yorumlanır. Karanlık başka Tanrılara tapınmayı , aydınlıksa Allah’a inanmayı ifade eder: Dolayısıyla karanlıklarla nur bir olmaz. “Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise şeytandır. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır…” Tanrı-iyilik ve ışık (nur) bu ayette de birlikte yer alır. Şeytan (Tanrıça-kadın) ise yine her zamanki ataerkil kalıp içinde kötülük ve karanlıkla anılır. İslam Tanrı tarafından gönderilen bir ışık olarak sunulur. Karanlığın karşısında bir ışık:“…Size apaçık bir nur göndermişizdir.” Ahiret de cennete gidecek olanların yüzü bembeyaz (nurlu), cehenneme gidecek olanların yüzü kapkara olacaktır.
Kuran’da insan, erkeklere özgü olduğu düşünülen sıfatlarla anılır. “….Nihayet o yiğitlik çağına erdiği…zaman…” ya da sadece erkekler için kullanılagelen “adam” sözcüğüyle seslenir insanlara: “…ne az inanır (adamlar) sınız siz!” “…ne az düşünür (adamlar)sınız!” Bazen doğrudan erkeğe hitap edilir:“Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl…” Cennet halkına bir çok vaatte bulunur ki bu vaatlerin bazılarından cennet halkının sadece erkeklerden ibaret olduğu sonucu çıkarılabilir: Cennet halkına “memeleri tomurcuklanmış bir yaşıt kızlar” vereceğini söyler. Cennet halkından (erkekler) en aşağı derecede olanların bile kendi karısı dışında hurilerden yetmiş iki karısı vardır. Cennette kendine daha önce cin ya da insanların dokunmadığı, yalnızca kocalarına hizmet eden sadece kocalarıyla ilgilenen kadınlar, huriler vardır. Bunlar güzel huylu ve güzel yüzlüdür. “Kimsenin dokunmadığı huriler” tanımlaması, erkek Tanrının yine erkek inananına çalıştığını ve kadını mülkiyet gibi gören anlayışın, vaat edilen cennette bile devam ettiğini dillendirir gibidir.
ESKİ TÜRKLER’DE KADININ ÖYKÜSÜ
Ataerkil dualizmdeki akın iyi ve aydınlıkla, karanın kötü ve karanlıkla bütünleşmesi Türk Şamanizmi’nde de vardır. İyi-kötü ayrımı şamanda da belirgindir ve şamanın kişiliğine de yansır. Şamanların bir kısmı iyi, ak olarak adlandırılırken bir kısmı kötü, kara olarak anılır. Yakutlar’ daki “ayı oyun” (iyi şaman) ve “abası oyun” kötü (şeytani şaman) , Altay Türklerinde “ak kam” ve “kara kam” olmuştur. Kırgız-Kazak baksılarında ise ak kam-kara kam ayrımı yoktur. Ak kamlar iyidirler ve gökteki iyi ruhlara ve tabi ki Ülgen’ e ayin yaparlar. Kara kamlar ise yeraltı Tanrısı Erlik ve kötü ruhlara ayin yaparlar. Kadınlar temiz olmadıkları için sadece kara kam olabilirler. Kadın şamanlar Ülgen’ e ayin yapamazlar. Bu ayinlere katılmaları da yasaktır. Murdar sayıldıklarından sadece Erlik ve yer-su ruhlarına ayin yapabilirler. Yakutlar ilk şamanın bir kara kam olduğuna inanır.
Umay çocukları ve kadınları koruyan bir Tanrıçadır. Marco Polo Moğollar’da çocukları, hayvan sürülerini ve tahılı koruyan “Natigay” adlı ruhun Umay olduğunu söyler. Onun çocukları koruması yanında tahılı da koruması, bir bitki Tanrıçası olduğuna da işaret eder. O, aynı zamanda tıpkı İsis, Kibele ve Demeter gibi bitkileri koruyan bolluk ve bereket Tanrıçasıdır. Göktürk Yazıtları, Divan-ı Lügati’t Türk ve Manas Destanı’nda Umay’ ın yer alması daha sonraki dönemlerde de bu inancın devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Umay sözcüğünün kökeniyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri sözcüğün Sanskritçe Uma’ dan geldiğidir. Uma bir Tanrıça’nın adıdır ve ışık anlamına gelir. Bu yine Göklerin Ecesi kavramını çağrıştırır. Çoruhlu, ışığın Umay’ ın Güneşle ilişkilendirilmesini akla getirdiğini söyler. Bununla ilintili olarak Umay’ a Sarı Kız da denilir. Ayrıca ocak ve ateş kültleriyle ilişkilendirilir. Ancak kötü ruhlardan olan Al Karısı ya da Albız’ la ilişkilendirilmesinden dolayı Umay’ a bu Sarı Kız sıfatının verilmesi de olasıdır.
Yakutlar, yeri ve toprağı güçlü, kutsal bir kadın gibi düşünürler. Yer ruhlarının çoğu kadındır. Yakutlar yeryüzüne “iye doydu” yani “ana dünya” derler. Ayrıca Yakutlar’ da “Sekiz Ana”, “Sekiz İyi Kadın Ruh” gibi Tanrılara da rastlanır. Yine Yakutlar’ da “yer ananın sarı göbeği” nden ve “yerin yüksek memesi” nden söz edilir. Nisan ayında “ısıah” bayramı yapılır ki bu bayramın amacı yer ruhlarını memnun etmek ve yer Tanrıçasından merhamet istemektir. Tatarların bir inanışına göre ise ilkbaharda görünüp titrek ışık saçarak gökyüzüne yükselen ve sonra buzları eritip oradan yerin içine giren “imre, imere ya da Emire” adıyla anılan bir yer ruhu vardır. Bu imre havaların ısınmasıyla ilintilenen cemre ile ilgili olmalıdır.
DİL HAPİSHANESİNDE BİR KADIN
Dilin insan ve erkeği özdeş konumlandırdığı bir kültürde kadının kendi sesini duyuramaması doğaldır. Birçok dilde erkek insanla özdeş görülürken kadın farklı bir kategori gibi ele alınır. “Woman” sözcüğü “man” sözcüğünden türetilen bir sözcüktür. Erkeğin İbranice karşılığı “is”tir. Kadınsa erkekten türetilmiştir ve “ishah”tır Rowbotham İngilizce’deki “she” sözcüğünün kadını ifade etmesine karşın “he” sözcüğünün sadece erkekleri değil bütün insan soyunu ifade ettiğini belirtir. İngilizce’de, Batı dillerinin çoğunda olduğu gibi insan sözcüğü “adam, erkek” anlamına gelen “man” sözcüğüyle karşılanır. “Mankind” insanoğlu olarak çevrilebilir. Bu da erkek egemen kültürün bir göstergesidir. İngilizce’de “man”, Almanca’da “mann” (insan=mensch), İspanyolca’da “hombre”, Fransızca’da “homme”, insan, erkek anlamına gelir. Türkçe’de de aynı yapı mevcuttur. “Kadın” sadece, dişiyi ifade eder ama “adam” bütün soyu ifade eder. Bir kadından bahsederken adam sözcüğü kullanılmadığı halde erkekten bahsederken adam sözcüğü tercih edilir. Yine bunun gibi, soydan bahsedilirken “insan kızı” değil de “insanoğlu” denmesi düşündürücüdür. İlk insan mitine göndermede bulunarak Ademoğlu denir insan soyu için.
Kadınlık sözcüğü, kadının, kadın olmak için gerekli erdeme sahip olması; kadınsı sözcüğü ise kadına benzer davranışları olan erkek olarak tanımlanmıştır. Kadın olmak kadar kadınsı olmak da dışlanır. Feminen erkekler dışlandığı gibi bazı halklar da “kadınsı” olarak görülür ve dışlanır. Eski Türk kağanları düşman uluslardan “kölem ve cariyem olan budun” diye söz ederek o ulusları kadınlaştırır. Naziler Yahudiler’i “kadınsı” olarak nitelendirir. Günümüzde ise Yahudiler Filistinliler’e “fahişeler” der.
Bir mesleği, faaliyeti yapan kişi erkek olduğunda sadece onun mesleğini söylemekle yetinilip ressam, sanatçı, hakim, spiker, yazar gibi ifadeler kullanılırken, aynı mesleği, faaliyeti bir kadın yaptığında kadın ressam, kadın sanatçı, kadın hakim, kadın spiker, kadın yazar gibi ifadeler tercih edilir. Dolayısıyla sözcükler içlerinde gizli bir cinsiyet ayrımcılığı barındırır. Erkek yazar demeyiz. Yazar dememiz yeterlidir ama kadın yazar deriz. Ancak olumsuz mesleklerde, faaliyetlerde durum bunun tam tersidir. Örneğin “fahişe” denildiğinde doğrudan kadın algılanır. Aynı sözcük erkeklerle birlikte düşünüldüğünde başına erillik getirilir ve “erkek fahişe” denir ki bu erkekler için çok istisnai kullanılan bir sözcüktür. Fahişelik gibi bir mesleği erkeğin yapması pek kabul edilmek istenmez.
İlk ataerkil evlilik diyebileceğimiz evlilik şekli “sığır evliliği”, kadının sığır alma karşılığında bir erkeğe satılmasını içerir. Nitekim para sözcüğüyle sığır sözcüğü de ilişkilidir. Latince para anlamına gelen “pecunia” büyük baş hayvan anlamındaki “pecus” sözcüğünden türetilmiştir. Sanksritçe’deki para anlamına gelen “ru pee” kelimesi de yine büyük baş hayvan anlamına gelen “ru pa” sözcüğünden türetilmiştir.
Yine iktidar ve erkek özdeşliği bağlamında ele alınabilecek bir sözcük ise argodaki “becermek” sözcüğüdür. Asıl anlamı, “üstesinden gelinmesi zor bir işi yapmak, güç bir konu ya da duruma uygun bir çözüm bulmak” olan bu sözcük, argoda erkeğin bir kadınla cinsel ilişkide bulunması anlamında kullanılır ve erkekler bu sözcüğü genellikle “bir kadını becerdiğini” söyleyerek böbürlenmek amaçlı kullanır. Başarmak anlamı içeren bu sözcük cinsel edimle ilintilendirilerek, -sözlükteki anlamından yola çıkarsak- erkek için üstesinden zor gelineceği düşünülerek korkulan cinsel edimde zafere ulaşmayı ifade eder. Bu, psikolojik çözümlemelerde yer alan “dişli vajina” korkusuyla ilgili olmalıdır. Erkek, penisi, vajina tarafından yenilip yutulmadan kurtulduğu için cinsel edimde başarılı olduğuyla övünüp kadını “becerdiğini” söyler. Cinsel edim için argoda kullanılan sözcük de eril bir anlam içerir. Belki de erkeğin iktidarını simgelediği için, cinsel birleşme edimi işteşlik (karşılıklı yapılabilirlik) ifade ettiği halde hep erkek baskın ifadelerle dillendirilir. Cinsel edim iki kişi olmadan yapılamaz. Türkçe’de bu edim argoda kullanılan, erkeklik organı (sik) sözcüğünden türetilerek “sikişmek” olarak ifade edilir.
Penise argoda “alet” denmesi de ilginç bir anlamı ortaya koyar. Aletin sözlük anlamı: “Bir işte, bir işlemde kullanılmak için yapılmış, gücünden, çalışmasından, işlemesinden yararlanılan nesne” dir. Bu anlamıyla penis yine güç, timsali olarak sunulur. Argoda kullanılan “sik” ve “sikişmek” sözcükleri ve buna ilişkin penis, kamış, baba, erbezi, haya, husye, testis, taşak gibi sözcükler sözlükte yer alırken kadınlık organının ifade eden “am” sözcüğü ya da argo anlamda kullanılan “kutu”, “kuku”, “pıtı” “bal küpü” gibi sözcükler yer almamıştır. Kadının cinsel organını ifade etmek için vajina sözcüğüne yer verilmiş o da “döl yolu” olarak açıklanmıştır. Penisin “çiftleşme organı” olarak açıklanmasına karşın vajinanın “döl yolu” olarak açıklanması düşündürücüdür. Eril düşünce, kadının cinsel edimde bulunmasını pek istememektedir anlaşılan. “Siki çarşafa dolaşmak” (beceriksizliği nedeniyle güç bir duruma düşmek, şaşırmak) ve “sikine sallamamak” (hiç önem ya da değer vermemek) gibi deyimlere ise sözlükte yer verilmiştir. Ayrıca dilimizde erkek cinsel organıyla ifade edilen “ipimle kuşağım sikimle taşağım”, “sikimden aşağı kasım paşa”, “sike sürülecek aklı olmamak” gibi deyimler olduğu halde kadın cinsel organıyla ifade edilen hiç deyim yoktur.
GELENEĞİN ÖKSÜZ KADINI
Kadının kötü, murdar, uğursuz olduğu düşüncesi de ataerkil anlayışın bir mirası olarak devam eder. Bir erkek yolda giderken karşısına bir kadın çıktığı takdirde işinin rast gitmeyeceğine inanır. Balaman “uğur kesme” töresinden söz ederek Anadolu’nun birçok yöresinde yaygın olan bu geleneğe göre, bir erkeğin bir kadın tarafından yolu kesilmesi durumunda erkeğin bunu uğursuzluk sayarak işlerinin kötü gideceğine inandığını, bu nedenle kadına her türlü hakareti yaptığını, hatta onu dövüp sövme hakkına bile sahip olduğunu, bunun üzerinde durulmadığı takdirde ise köylüler tarafından hem kadının hem erkeğin kınandığını söyler. Kadınların yanlışlıkla da olsa uğur kesmemeye dikkat etmeleri gerektiğini aksi takdirde bekar kızın evlenemeyeceğini, evliyse de sonucun boşanmaya kadar gidebileceğini belirtir.
Erkeğin kadından üstün olduğuna ve kadının ona itaat etmesi gerektiğine işaret eden adetler de oldukça çoktur: Erkeğin kadından üstünlüğü bağlamında kırsal alanda, bayramlarda kadınlar kocalarının ellerini öperler. Santur’un aktarımına göre, Kars ve Artvin dolaylarındaki bir duvak açma törenine göre sağdıç gelinin yanına gelir ve elindeki kamayı göstererek oradakilere “Gelin bacılar gelinin duvağını mı, dilini mi keseyim?” diye sorar. Kadınlar “dilini kes, dilsiz olsun” derler. Sağdıç kamayla duvağı üç kere indirip kaldırır. Bu ritüel kadının, erkeğin tahakkümüne boyun eğmesi gerektiğini simgeler. Erzincan ve Erzurum dolaylarında ise güvey geline bir elma fırlatır. Elma geline değip parçalandığı takdirde bu uğurlu kabul edilir, çünkü bu takdirde gelinin kocasının sözünden çıkmayacağına inanılır, itaatkar olacaktır. Gelin koyun postuna bastırılır ki uysal olsun. Geline kocasına itaat etmesi, saygısızlık etmemesi için evlenirken öğütler verilir:
Ensest olgusunda da tecavüzdeki kurguyla karşılaşılır. Toplum erkeğe toz kondurmak istemez. Babaları, erkek kardeşleri ya da bir başka yakın erkek akrabası tarafından tecavüze uğrayan kadın dışlanır. Sanki kurban o değil de ona tecavüz eden erkekmiş gibi davranılır. Toplum erkeğe toz kondurmak istemez. Günahkar olan, erkeği de günaha sevk eden kadındır. İronik olan, ensest kurbanı kadınlara kendi ailesi içerisindeki kadınlar tarafından da inanılmaması ve onlar tarafından da dışlanmalarıdır. Aslında burada söz konusu olan inanıp inanmamaktan çok erkeğe leke sürülmesi endişesidir. Bu nedenle “kol kırılır yen içinde kalır” ve kız başka biriyle deyim yerindeyse “işi pişirmekle” suçlanır.
SONUÇ YERİNE: DİŞİL BİR GELENEK YARATMAK
Ataerkil gelenekler asla değiştirilemez gelenekler değildir. Öncelikle yapılması gereken ataerkil düzenin kadınlara kabul ettirildiği gibi doğal ve değişmez bir düzen olmadığının farkındalığının sağlanmasıdır. İnsanlar ataerkilliğin evrensel bir olgu olduğuna inandırılmış ve ataerkil kuralların, tutumların sorgulanması engellenmeye çalışılmıştır. Ataerkil kültür, yaşamın en derinlerine kadar nüfuz etmiştir. Ancak bu, değiştirilemez bir kültür olmadığı gibi kökleri çok derinlerde ve çok eski bir kültür de değildir. Sadece bazı dişil motifler ya olumsuzlanarak ya da küçük değişiklerle olumlu ataerkil motiflere dönüştürülerek ataerkil kültüre adapte edilmeye çalışılmış, yaşama geçirilmiştir.
Adetler, gelenek görenekler, kurumlar, inançlar ve değerler arasında bir bütünsellik vardır. Bunlar birbiriyle ilintilidir ve birinde gelen değişme diğerlerini de etkiler ve dolayısıyla diğerlerinde de değişme meydana gelir. Cinsiyet eşitliğine yönelik yeni gelenekler oluşturmak, icat etmek gerekir. Kadın bakış açısıyla yeni bir tarih anlayışı geliştirilebileceği gibi, dilde ve dinde kadının ikincil olduğunu ifade eden düşünceler atılarak reform yapılıp yeni gelenekler geliştirilebilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)